Tamamen tüketici bir toplum olduk. Elbette kazanıp tüketen toplum olmak güzel bir şey… Ancak eskilerin deyimiyle sermayeden tüketmek akıl karı olmazsa gerek.
İşte kazanmadan tüketmek buna derler. Maalesef bu da, az gelişmiş ülkelerin özelliklerindendir.
Fakat asıl acınacak halimiz duygularımıza da tüketmeye başladığımız iddialarıdır.
Sizler de vakıf olmuşsunuzdur; dünyanın herhangi bir yerinde bir sel, deprem ya da yangın felaketi geçiren yerlerin insan ve manzara görüntülerini adeta bir sinema filmi seyreder gibi izliyoruz. Çoğumuz fazla bir şey hissetmiyoruz. Acaba seyrede seyrede mi bunlara alıştık yoksa hissizleşiyor muyuz?
Maalesef anlatılan manzaraların ülkemizin bir başka yerinde olması bile çoğu kere hissiyatımızı harekete geçirmeye yetmiyor.
Bize neler oluyor?
İnsani duygularımızı kaybettik desem doğru olmaz. Çünkü duygular yok olmamalı. Yoksa duygularımızı mı tükettik? Bu olabilir mi, bilemiyorum.
İnsanlara şöyle uzaktan bakın. Soğuk, suratı asık, kahkaha atarken bile bir anlık mekanik bir kahkaha ve hemen sonrası yine aynı asık ve düşünceli insan yüzleri göreceksiniz.
Birine soracak olursanız, cevap hemen hazır; “efendim, hayatın sıkıntıları ve zorlukları”
Peki, hadise bu kadar mı basit?
Şimdi burada ukalalık edip sebeplerini saymayacağım. Biraz düşünülse, okuyucuların bunları benden iyi bildiklerine inanıyorum.
Ben yıllar öncesini hatırlıyorum. Sinemada film izlediğinde o andaki sahneden etkilenip hüngür hüngür ağlayan yetişkin erkekler ve bayanlar olurdu. İzlediklerinin sadece bir film olduğunu bile bile…
Ya şimdi?
Lübnan’da, Filistin’de, Irak’ta, öte yandan açlıktan bir deri bir kemik kalmış ya da açlıktan insanların öldüğü ülke manzaralarını izlerken neler hissediyoruz?
Bütün bunları televizyonlarda izlerken mesela; önümüzde duran çekirdek, çay ve meyveler yine de boğazımızdan geçiyor mu?
Bu gerçek hayat manzaraları karşısında; hiç içimiz acıdı mı? Bir tamla gözyaşı dökebildik mi?
Bir damla gözyaşı…
Gerisi yalan...