“AŞK BAŞLAMADAN GÜZEL,

30-11-2018

Kalplerde heyecan

 

Bakışlarda korku olduğu zaman güzel…

 

Birbirimize sezdirmemek için çırpınış,

 

Başkaları görmesin diye çabalayış,

 

Gözlerim gözlerinin mavisine değdiği zaman,

 

Aşk başlamadan güzel…’’

 

                       Ü. Yaşar OĞUZCAN

 

   Şems Qemer’in ‘‘Dû Re’’ (Sonra) öyküsünün bana hatırlattıkları ve düşündürdüklerine geçmeden önce Kürtçe öykünün özeti: Bir ev görüşmesi sırasında mum ışığında içilen birkaç kadeh şarabın yarattığı mahmurlukla erkek kadına iltifat eder. Romantik havanın etkisiyle göz göze gelip atılan kaçamak bakışlarla ve masanın üstündeki ellerin usulca birbirine yaklaşarak ilk dokunuşları başlar. Ellerin dokunuşları değil de, daha çok parmakların dokunuşlarından söz edilebilir burada. Ürpererek yaklaşan titrek parmaklarda hayat nefesi ve kanın akışı vardır. Garip ve gizemli bir içgüdüdür ki, dokunma arzusu bir bahaneye başvurur. Sevgilinin parmağındaki yüzüğe iki parmağıyla dokunup sorar:‘‘Bu gümüş mü?’’Hızlanan kalp atışları ağızlarını kurutur, gözaltları ve dudaklarının kenarlarında tikler oluşur, gözlerinde şehvet okunur artık.‘‘Ortalık sağır ve dilsiz’’bir sessizliğe çekilince, kösnül final kadını sıradan bir kadına dönüştürmüştür.

   ‘‘Dûre’’öyküsünü okuyup çevirisini bitirdiğimde Qemer’in öyküde değinmediği bir bölümünün başlangıçtan önce olabileceğini sezgilerim bana söylüyordu. ‘‘Kimbilir’’, diyorum, ‘‘Erkek karakter ‘‘Hepsi bu mu?’’ diye düşünülebilecek dinginlikten önce nasıl da acınacak bir aşıktı ?’’ Erkek aşk yolunda‘‘kendi haçını’’taşımıştır, kadın ise‘‘zorlu biri’’olduğunu ispatlamıştır.

   Erkek karakter öykünün özünde bir anahtar görevi taşıyor. Aşık muradına erdiği halde mutsuz, sessiz ve dalgın görünüyor. Daha en başından sezilen tuhaflık kendini dışa vuruyor. Coşkun ve tutkun bir yürekle iltifata boğuyor sevgilisini: ‘‘Allahım, gözlerin ne kadar güzel!’’ Erkek kadına dokunabilme isteği dolu, kalbi ve kafası çelişmeye başlıyor. Bocalıyor neredeyse. Parmaklarıyla masayı takırdatıyor. Belki de rahatsız ve sıkıntılı bir halde, elleri henüz masaya varmadan önce bir şeylerle ilgilenmiş-çakmak, sigara paketi gibi- oturduğu yerde yerini düzeltmeye çalışmıştır. Bir soru sorarak konuşana dek içi içini yemiştir herhalde. Cinsel doyum sonrası zaten büsbütün başkalaşmıştır. Sevdiği kadın gözden düşmüştür. Sanki o artık, aşkın yüceltilmesi gibi yalanların hayal kırıklığını yaşıyor gibidir. Başka bir deyişle, Gerard Nerval’ın yazdığı gibi:‘‘Aşk mı? Yazık! Belli belirsiz biçimler, gül pembemsi, mavi renkler, fizik ötesi hayaletlerdi o bizim için! Gerçek kadın yakından tanındığında saflığımıza başkaldırıyordu. İlle de kraliçe ya da tanrıça gibi görünmeliydi, asla yaklaşmamalıydık ona.’’

Veyahut aşkı yaşamaktan çok, aşkın anlamını arayan herhangi biri gibi. Erkek, bir yandan bir aşık gibi tatlı sözler söylüyor, bir yandan bir acemi gibi nasıl davranacağını bilmiyor, bir yandan da bir çapkın gibi doymuşluk içinde. Karmaşık biri işte. Tıpkı aşk gibi, insan gibi…

 

   Yazılmamış bölümün boş sayfalarını gelişigüzel doldurmaya devam ediyorum, hayal gücüme güzel bir egzersiz oluyor bu: Yaratılmış tesadüflerle karşılaşmalar, ne söyleyeceğini tam olarak bilemeyen heyecanlı diyaloglar, şıklık ve güzellik üzerine iltifatlarla jestler, çiçek ve çikolata gibi hediyeler, ilk yakınlaşmalarla ruh yakınlıkları kurmalar, dalıp dalıp gitmeler, eski yaşam yerine yeni yaşam umudu kazanmalar, daha önce yaptıklarını değiştiren yenilikler, nazlanmalar, geriye çekilişlerle ileriye atılışlar, kıskançlıktan doğan krizler, yalnız kalmalar, melankolik davranışlar, cennetsi hayaller, cehennemi acılar vb. gibi aşk-ı ilan yapılmadan önceki lirik hazlar yaşanıyordur. Kavuşamadan biten romanesk aşkları da ekliyorum sayfalara. Zaten tüm sanat yapıtlarında aşk teması kavuşamama üzerine kurgulanır. Aksiyon, olay örgüsü, çatışma ve anlatımın akıcılığı için bu kural uygulanır. Umut var, kavuşmak yok. Aşkın diyalektiği böyle. Elbette istisna, masalsı sonlar hariç: ‘‘Sonsuza dek mutlu yaşadılar!’’

    Aşkın doğasında var olan acıdan dolayı (kimileri bundan mutluluk duyar) aşktan uzak mı durmak gerekir? Aşık olamamak da acı verir şüphesiz. Öyle ki bu dengesizlik bile, aşık olmak ya da olamamak, aşka düşmek eğilimini engelleyemiyor. Bu karmaşık duyguya istekliyiz. Yalnız kalmamak uğruna aptalca bir şey yaşasak da, bile bile aşkın peşinde parçalanıp dağılmayı arar dururuz. Bana göre, bütün bu yazılanlar şiirse, kösnül aşk da bir günlük sayfası veya kısacık bir öykü olabilir.

Montaigne arama sevgisi üzerine harika bir hikaye anlatır: ‘’Demokritos sofrasına gelen incirleri yerken bir bal kokusu almış ve hemen bir araştırmadır başlamış kafasında, o güne dek incirlerinden almadığı bu koku nereden gelebilir diye. Merakını gidermek için kalkmış sofradan, incirlerin toplandığı yeri görmeye gitmek istemiş. Sofradan niçin kalktığını duyan hizmetçi kadın gülmüş: Boşuna zaman kaybetmeyin, demiş, incirleri bal çanağına koymuştum toplarken. Demokritos’un canı sıkılmış bu araştırma fırsatını kaçırdığı, bir merak konusu elinden alındığı için. Hadi be sen de, demiş hizmetçi kadına, keyfimi kaçırdın; ama ben yine de bal kokusu incirde kendiliğinden varmış gibi nedenini araştıracağım. Böyle demiş ve yanlış, kendi varsaydığı bir etkiye doğru nedenler bulmaktan geri kalmamış.’’

 

‘‘Bal kokulu incir’’ gibidir aşk. Çekici ve merak edilen bir konudur aşk. Arayıp bulunur da, bulunup vazgeçilir de.

 

   Üniversite yıllarında bir arkadaşım kısa ve özlü birçok şiir karalamıştı. O şiirlerden biri hala hatırımdadır. O dönemdeki arkadaşlarımızın da hatırladığı şiir şöyleydi:

 

‘‘Birini sevdim

 

Baktım sevmeye yatkın

 

Vaz caydım!’’

 

Sanırım şairimizin öngörüsü güçlüydü. Nitekim, kazanılmış sevgili kaybedilmiş sevgili olur zamanla. İlişki sürecinde kaprisler, kavgalar, korkular, kıskançlıklar, kaçamaklar, hesaplaşmalar, numara yapmalar, yalanlar, aldatmalar vb. hır gür, tartışma, cinsel zevke dönüşen aşk; hepsi, her şey sevgiyi yok eder kuşkusuz!

 

   ‘‘Dûre’’öyküsünü okuyan çevirmen ve sanat eleştirmeni Salar Terman gmailime yazmış: ‘‘Erkek karakterde Don Juan’ın haleti ruhiyesine benzer yönler var, sence?’’

 

   Aşk ve çapkınlık üzerine sohbet etmek ve yazmak istendiğinde Don Juan ile birlikte Casanova’yı anmamak imkansız gibi. Biri eğlendirerek mutlu eden, öbürü sahiplenerek mutsuz eden bu kadın gönlünün uzmanları kromozomları farklı erkek ikiz kardeş gibidirler bence.

 

Stefan ZWEIG’ın‘‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’’kitabında, Casanova ve Don Juan’ı karşılaştıran büyüleyici bölümü, bir hayli uzun olduğu için ancak kısaltarak buraya almak zorunda kalıyorum (bu bölümü okumanızı tavsiye ederim):

 

‘‘… Kendilerini-Don Juan’a-bırakmış olan kadınlar, kadınlıkları içerisinde, manevi yönden ebediyen zehirlenmiş olarak kalırlar. Kendilerini Casanova’ya vermiş olan kadınlar ise, tam tersine, onun ateşli okşayışlarını zevkle hatırlayarak bir Tanrıya duyulduğu şekilde şükran duyarlar ona; çünkü Casanova, yalnızca onların duygularından hiçbir şey çalmamakla, kadın olarak onları yaralamamakla kalmamış, aynı zamanda hayatlarına yepyeni bir güvenlik getirerek ödüllendirmiştir onları(…) Şehvette başkasını bu kadar düşünen birinin, basit bir zevk duymak için şiddete ya da kurnazlığa başvurmak istemesi, akıl almaz bir şey olurdu ve Casanova hiçbir zaman İspanyol rakibi gibi, kaba ve sportif bir sahip olma arzusu ile değil, yalnızca verme arzusu ile harekete geçmiştir(…)… ‘’

   Qemer’in bu öyküsündeki gibi şehvet sonrası dalıp giderek kadını basit görüp aşkı öldüren öyküler yazmak hem dürüstlük hem cesaret isteyen, hem de tehlikeli bir iştir. Çünkü çoğu kişi için cinsel doyum hem bir tercihtir, hem de böyle şeyler yazılmaz, konuşulur gibime geliyor.

‘‘Dûre’’öyküsünde parmakların tedirgin duruşlarının, sessiz fakat çok şey söyleyen bakışların ve hızlı kalp atışlarının; ayrıca yürekleri birbiri için çarpan iki karakterin anlatımında yaşanmış gözlemlerin ayrıntıları aşkı canlı kılmaktadır. Eğer mum ışığı ve şarap olmasaydı bile o yakınlıklar kurulurdu büyük bir ihtimalle. Kesinlikle, Ş.Qemer, açık saçık bir betimleme yazmamıştır. Onun titiz ayrıntılarını yalnız sezgilerimiz ve hayal gücümüzle kavrarız. Bu da doğrusu, sanatın ta kendisidir. Cüretli bir öykücü olarak görülen Şems Qemer, bu öyküsüyle bana kalırsa, aynı zamanda bir aşk şairi olarak görülmelidir.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?