HASANKEYF

08-11-2019


Babam şofördür. Şoförlerin altına eş değer tutulduğu, minibüslerin çok değerli görüldüğü, yolların şose olduğu zamanlardan beri. Bir de minibüsü vardır, aileden görülen. İstisnasız, Allah izin verdikçe, köyden şehre yolcu getirir, götürür. Köyden şehre giden insanlar, aynı gün içinde dönmek zorunda olduklarından, iki ayaklarını bir pabuca geçirirler. Şehirde işlerini çabucak görmeleri gerektiğinden Öğlen olmadan şehre varmak için yolcular acele eder, akşam olmadan köye yetişmek için babam yolcuların çabuk hazırlanmasını ister. Bundan sebep sabahleyin erkenden kalkılır ve çoğu zamanda, aç karna sigara içmek istemeyen prensip sahibi insanlar dışında, geri kalan yolcular aç yolculuk ederdi. O açlardan biri de bendim tabi. Çünkü bilirdim babam Üçyol köyünden Hasankeyf’e kadar bir sağa bir sola yatıran virajlara girer girmez kimseye demez ama Hasankeyf girişinde ki fırından sıcak pide ekmeği almaya niyet ederdi. İşte ben açlığımı gidermek için o ekmeği beklerdim.   Beş altı tane al, derdi babam, sıcak olsun ha diye de eklerdi. Üçünü arabanın arka taraflarında oturan yolculara gönderir, ikisini öde bırakıp bize ayırır, arabayı hareket ettirmeden kendine de irice bir parça keser, onu kuyruk yağında kısık ateşte pişmiş kuzu eti yiyormuşçasına iştahla yerdi. Ben de ona eşlik ederdim. Yan tarafında olurdum zaten çoğu zaman, minibüsün içinde ayakta duracak yer bile yokken, beni soluna alırdı, kapı ile arasına sıkıştırırdı. O ekmek neden bu kadar lezzetli olurdu ve o ekmeği yerken ilerleyen arabanın camından izlediğim Hasankeyf neden bu kadar güzel görünürdü, bilmiyorum. Arkama dönüyordum bazen, sanırım böyle hisseden tek ben değildim. Bütün yolcular yaptığımı yapıyordu. Ellerinde ekmek, gözleri dalmış, hayranlıkla Hasankeyf’i seyrediyorlardı.

Belki geç oldu. Belki zamansız. Özlediğim sadece ekmektir belki de kendi menfaatimden sebeptir, karşıtlığım. O kadar çok şey var ki bizi meşgul eden, kafamızı kurcalayan, ona zaman bile ayıramadık. Ama gitmeliydik her birimiz ona konuşmaya, hatta onunla konuşmaya, sesi var çünkü onun bilmiyorum var mı bir duyanınız. En azından ona bir vedayı layık görmeliydik. Bizi hep güleryüzlü karşılamasının hatrına, yüksekçe kayalarının orta yerlerinde olan mağaraların içinde kurduğumuz düşlerin hatrına, bunu yapmalıydık. Tuhaftır, neden böyle hissediyor insan anlamıyorum, ama inanın toprağın, taşın suyun altında kalmasından çok fazlası var. Onunla ilgili konuşurken, ‘’suyun altında kalacak demek’’ yetersiz ve can çekişen bir ifade değil midir sizce de? Bilirsiniz insanlar, anneleri babaları yaşlandığı vakit, hastalıkları da çok artar, hastaneye git gel sıkılırlar da biraz. İnsan tabi, kabullenir ölmelerini bir saatten sonra. Sonra gün gelir, o yaşlı kadın ya da adam ve onların öleceğine hazır olduğunu düşünen o çocuk nefes alamaz mezarın başında, boğuluyorum zanneder. Mezarın başında geri getirilemez bir yitirilişe son bakış ve çaresiz kabulleniş halini yaşar. Bulduğumuz şey dünyada bulunmamış, bulunduktan sonra dengeleri değiştirmiş, dünyanın yeni yüzüne göz olacak bir şey değildir. Bir set kurulacak, sular varmaları gereken yere varamayınca çoğalacak, yükselecek, büyüyecek ve içinde balıkların yaşadığı, bir manzarası olan, gölet halini alacak. Belki etrafta da biraz ağaç, suyun üstünde kayıklar, kıyıda da ağlar falan olacak. Su çok olunca tabi buğdaylar daha kolay başaklanacak, pamuk üretimi artacak mesela, mısır ekilecek belki, bir ihtimal de balıkçılık diye bir sektör gelişecek. Atatürk barajının suladığı Adıyaman topraklarında gelişen tütüncülüğün aynısı işte… Dünyanın en kaliteli tütününü üretip, Atatürk barajından ürettiğimiz elektrikle doğalgaza olan bağımlılığımızı bitirdik ya bitirmedik mi yoksa?  Diğer barajlarda yaptığımız balıkçılıkla Norveç’te ki balıkçılara kafa tuttuk ya bu da mı tutmadı yoksa?

Fatih Terim’e sormuşlar, Real Madrid’e altı sıfır yenildikleri maç sonrası ne hissettiğini, demiş ki: ‘’Oyun ve mağlubiyetle ilgili söylenecek tek şey var, o da yazık. Yalnızca üzülmedik, aynı zamanda utandık.’’ Kim ne dediyse oldu. Bütün taşlar yerine oturdu, bölgenin şahlanması, kanatlanması, Ilısu barajına kaldı. O da olursa bak görün, geriye tek bir sorun kalmayacak. Yiyeceğiz, gezeceğiz, güleceğiz, kirlendikçe de Ilısu’nun serin sularına bırakacağız, vücutlarımızı. Bir de şemsiye, şezlong koyduk mu Ilısu barajının sahiline, ne olacak ki başka, bir tek eksik bikini kalacak geriye. 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?