Hayal Meyal Her Şey

05-01-2019

Y aZar YavuZ ekİNcİ’NİN ‘Her Şey Dün Gibi’ öyküsünde bir binada geçen aşk hikâyesi anlatılıyor. Bina ve aşk hikâyesi iç içe işlendiği halde etkileyici konu ve temaları açısından ikisinden ayrı ayrı söz edeceğim. Buna göre alımlama ile yorumlama hakkıma başvurarak öncelikle binayı ele alıyorum. Yavuz Ekinci öyküde binayı fon olarak kullanırken aynı zamanda bilinçli bir tercih yapmış sanırım. Zira gizlenmiş ilk temanın (bina ile ilgili) ipuçlarını da sunuyor bu tercih. Edindiğim izlenimlere gelmeden, fonun işlenişine ek olarak olaya da değineyim. Yazar, yerinde bir geriye dönüş tekniği sayesinde fonu ön plana alıyor. Anlatıcı-kişi (öğretmen)-bundan böyle anlatıcıya öğretmen diyeceğim-geçmişi anımsarken, yıkılan bir binadaki bir kütüphanede (evet, bir kütüphane yıkılmış maalesef!) geçen aşk anısını aktarıyor bize. Son sayfada binanın yeni halini anlatacak yakınarak, kederlenerek ve özlem duyarak: ‘’Bina şimdi market olmuş. Yanındaki binalar da yazıhane oldular şirketlere, simsarlara ve tüccarlara…’’ Y. Ekinci, formatı yeterli görerek okurun hafızasına ve hayal gücüne duyduğu güven ve saygıyla hızlı kentleşmeyle birlikte yok olan geçmişin diğer izlerini yazmamıştır. Özellikle günümüz dünyasında, küçük kentlerin kaderlerinde ‘kalkınma dönemleri’ ya da ‘kentsel dönüşüm’ kaçınılmazdır. Yeni yeni gelişmeye başlayan kentlerde alanlar daraltılır, tek katlı evler azalır, bahçeler yok edilir, kırlar piknik yeri olmaktan çıkar, komşu köylerin tarlaları satın alınır, tepeler düzleştirilir… Öyle ki artık geçmişe ait izlere ancak kentlerin kenar mahallerinde rastlanır. Apartmanlar, büyük alışveriş ve iş merkezleri büyümekte olan kentlerin yeni yüzü olmaya başlar ve bu durum belediye başkanları için gurur kaynağı olurken duyarlılığını yitirmemiş kentin eski sakinleri için bir hüzün kaynağıdır. Hani kimi vakit çok tanıdık bir yere gidip oradan ayrıldıktan sonra, kendinizi bir an için kaybolmuş hissedersiniz ya; hızlı dönüşen kentler de düşsel bir hava içinde bu duyguyu yaşatır insana. Geçmişin panoramasının altında yatan, başka bir deyişle ötesinde var olan daha kapsayıcı bir olguyu fark ederiz: Giderek belleğimizin silinme riski. Dolayısıyla tema derinlik kazanmıştır. Çünkü bellek yalnızca zihinsel bir etkinlik değildir; belgelere, eşyalara ve mekânlara da ihtiyaç duyar. Ve kişilerin belleği de kentlerin belleğiyle karşılıklı bir etkileşim içindedir. Yine Ekinci’nin kütüphane yıkmanın kitap yakmak kadar vahim olduğunu ima etmesi son derece dikkat çekici. Günümüz kapitalist sisteminde para ve kar için her şeyin yapılabileceği aşikârsa da, daha fazla kar uğruna, bir küçük kütüphaneyi yıkmak mı gerekir?                         En başta bina ile aşk hikâyesinin bir iç içe geçişinden söz etmiştim; bunun yanı sıra binanın hızlı ve hazin kaderi ile aşk hikayesinin finali örtüşüyor: Binanın yeni haline bakıp geçmişi anımsayan öğretmen fenalaşınca önünde duran bir kız onun rahatsız olduğunu düşünerek, ona nasıl yardımcı olabileceğini sorar. Böylece ikinci konu ve temaya adım atıyoruz: ‘Her Şey Dün Gibi’ metninin başındaki, Binbir Gece Masalları’ndan alınan epigraf aşk hikâyesinde düşsel havanın da motifi adeta. Epigraf şöyle: ‘’Ben neredeyim, gerçekler nerede?’’ Öğretmen sonradan diyor ki: ‘’Belki de hiç gelmemişti.’’ Şimdi, öğretmen bir düş mü görüyor, yoksa bir gerçeği mi yaşıyor? Hayal meyal gibi, hem düş hem gerçek hem de hepsi. Yazar, biçimi de öze yaklaştırarak başarılı bir teknik uygulayıp zihnimizde bir labirent oluşturmak istemiş gibi. İnsanlar düşle gerçeği birbirine karıştırmaya meyillidir. İkilemi kimi zaman birlikte, kimi zaman tek tek yaşarlar. Gidip gelmeler gariptir. Bambaşka bir âlemden gerçek âleme düşerler, gene bir dalışla diğer âleme dalarlar. Bundan ötürü genelde düş nedir, gerçek nedir –hem kime göre, neye göre- anlaşılmaz ve şaşkınlık vericidir. Kuşkusuz aldanmalar ve uydurmalar keyfidir (bunlar hoşlarına gider insanların). İkinci tema: Hayat, insanların yaşadığını varsaydığı bir imgeler dünyasıdır. Gelelim aşk anısının somut haline: Öğrenciler arasında gezmekten ve öğretmenlerle oturmaktan bunalarak kütüphaneye giden öğretmen, oraya her gün bir süreliğine gelen sevdiği kızı görür. Bir gün kızın gelmemesi üzerine sıkıntıdan kütüphane görevlisiyle sohbet ederek tanışır, kütüphanede olan birkaç ilkokul öğrencisini ve üniversiteye hazırlananları ile kütüphaneyi gözlemler. Eve giderken yol boyu genç kız gelmedi diye sorularla boğuşarak mesleğini, ailesini ve geleceğini umursamayıp sadece sevdiği kız için dertlenmekte; evde uykuya dalınca da kâbus görmektedir. Daha sonraki günlerden bir gün genç kız gelir ve onun davetkâr bakışlarından cesaret alan öğretmen aşk-ı ilanda bulunur. Genç kız gene kaybolur ve nihayet geldiğinde öğretmenle yakınlaşır ilk ve son olarak. Özetten anlatım biçimine gelince: Anlatıda genç kızın kayboluşlarının sebebi kafama takıldı. Öğrenmek istedim hep. Başlıca kişiler öğretmen ve genç kız olunca genç kızla da özdeşlik kurmak gerekir diye düşündüm. Genç kız son gelişinde ‘’uykulu bir yüzle’’ bir şeyler anlatıyor,  ama öğretmen hiçbir şey anlamıyor, biz de anlamıyoruz. Keşke, diyorum, hayal gücümüze bırakılmasıymış, bu merakla kalıyoruz. Bir de, yazarın, kâbusu anlatışındaki flashback, yani geriye dönüp geçmişi yansıtması, fazlalık sanki. Tamam, bir kâbus karışık olur, kâbusta her şey üst üste gelir. Ama kimi vakit karmaşıklık gereksiz ayrıntılara dönüşür, okuyucunun ilgisini düşürür. Çocukluğa dönmesi ve hele ‘İclal’ diye bir kadınla ‘kanepede sevişme’nin araya girmesi atmosfere uymuyor zaten. Bir öykü, bence, tek atmosfer üzerinde gelişmeli. Kâbusun geri kalan bölümü hem bir kâbusun saçmalığına özgü olarak hem de öykünün özüne uygun oysa. Sözgelimi: ‘Eşyaların yerli yerinde’ olmaması, ‘kapı vuruşlarını beynin(m)de, kulakların(m)da…’ duyması, kapının açılır açılmaz suratının ortasına yumruk yemesi, akabinde kızın içeri girerek ona koşup onu öpmesi ve ‘…maskeli, silahlı adamların duvarlarda yitip gitmesi… çok güzel anlatılmış. ‘Her Şey Dün Gibi’ öyküsünün henüz ilk sayfasından sonunu kestirebilmemiz metnin zayıf bir yönü sayılabilir; ancak yazar neyi nasıl kurgulamış acaba diye merak ederiz. Bu da kurgu severlere bir ders niteliğinde. Epigraftan finale kadar her şeyi bir bütünlük içinde gözlerimizin önünde canlandırabiliyoruz. Etkileyici konu ve temalara denk düşen tasvirler ve imgeler öykünün okuma değerini desteklemiş. Örnekler: ‘’Sanki ruhum sağlam vücuttan çıkarılıp inmeli bir vücuda hapsedilmişti.’’, ‘’Önümde bir tabut gibi duran kitap…’’ Y. Ekinci, karakter tasvirinde de sanatsal sezgilerimize seslenmiş. Mesela, öğretmen ‘gözlüklü’, sevdiği kız ‘narçiçeği kırmızısı dudakları’ vs… Ayrıca Yavuz Ekinci, doğa tasvirlerinde özgün gözlem gücüyle övgüye değer. Bununla birlikte bilipte gördüğümüz betimlemeleri kullanması şaşırtıcı üstelik. Örneğin: ’'Dağların ardında çatırdayan yeni bir yıldırım, önce ikiye, daha sonra bir ağaç köküne benzeyen ince kollara ayrılıp ortalığı gümüşsü bir aydınlığa boğdu…’’ ‘Her Şey Dün Gibi’ bir nostalji sevdasına benziyor. Konunun özüne uyan nostalji öykünün adıyla başlar. Öğretmenin hele ‘’Nasıl da hatırlıyorum...  ’’ bir deyişi var ki dokunaklı ve sıcak etkiyi hissetmemek imkânsız. Yalnız, yazarın ne sezdirmekle ne de çağrışımla değinmediği fakat istenirse çıkarılabilecek bir nostalji mevcut. ‘Her Şey Dün Gibi’nin içinde yayımlandığı ‘Meyaser’in Uçuşu’ kitabının ilk baskısı Mayıs 2004, bu tarihte henüz kapalı ortamlarda sigara içme yasağı yok; ikinci baskısı ise Eylül 2009’da, bu tarihte kapalı ortamlarda sigara içme yasağı var. Ben 2. baskıyı okudum. Şöyle diyor öğretmen: ‘’…duman altı olmuş öğretmenler odasında çay ve sigara içmekten yorgun düşmüş bedenimi sandalyeye yığıp beklerdim.’’ Sigara içen okurlara göre değerlendiriyorum: Şimdi ıssız bir adayı andıran öğretmenler odası yerine, o renkli, canlı ‘duman altı olmuş’ öğretmenler odasını özleyip yeğleriz… Bu güzelim öykü duyarlıklarımızı harekete geçirerek derin ve nitelikli bir anlam kazanmış olup açık ve özlü bir dille gözlem, duygu ve düşünce arasında dengeyi yakalayan yazarın ustalığını açıkça göstermiştir. 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?