İNANÇ…

01-04-2015

İnanç, insanın yaratılışını bağladığı, din kaynaklı bir olgudur. İçerisinde birçok nesneyi barındıran bu olgu, insan hayatında renkler ve diller kadar çeşitlilik gösterir. İnanç, insanoğlunun çağlardan bu yana, sürekli ihtiyaç duyduğu bir olgudur. Nitekim ekmeğin olmadığı devirlerde bile insan, inanç sahibi olmuştur. İnsanların inanışlarındaki çeşitlilik, yeryüzünde öyle yoğun evreler geçirmiştir ki kimi zaman bir ailenin bireyleri arasında bile inanç konusunda, ciddi farklılıklar gözlemlenmiştir. Son Peygamber’in (AS) ailesi, buna en büyük örnektir. İnsanların inandığı dinlerdeki aşırı aşınmadan sonra Allah, yeni bir inancın kaynağını oluşturacak olan yeni bir din ile insanlara tebliğ için bir peygamber gönderdi. bu Peygamber’in gelmesiyle insanlar, bu günkü zekâ ile çok kolay vazgeçilmesi gerekilen putlardan, yani taşlardan, yani acizlerden bile vazgeçmemek için çok ciddi bir direnç göstermişlerdir.

Ebu Leheb, Ebu Cehil, Peygamber ( AS)’in birinci kuşaktan akrabaları olmalarına rağmen yeni bir inancın kaynağı Müslümanlık dinine ciddi tepkiler göstermişlerdir. Bu tepkilerin kaynağı,  içsel hissedişler mi yoksa sosyal toplum kaynaklı davranışlar mı, bunu kestirebilmek için bir kaynaktan çok ciddi bir yaşamışlığa yani tanık olmaya ihtiyaç vardır. Çünkü o günün toplumu ciddi bir yoğunluk ve izahı çok zor sosyal gelenekler içerir. Nitekim Kuran-ı Kerimin çoğu ayetinde, bu konularla ilgili yani bahsetmiş olduğum inanç sistemine dair Müslümanlık dinine karşıtlığın çok yönlü geliştiğini görürüz. Bazı tepkilerin kibir ile alakalı olduğu apaçıktır. İtaat etmeyi kendilerine küfür sayan Mekke zenginlerinin tepkilerinin çoğunu bu oluşturur. Kıskançlık bir başka nedendir. Peygamberin kendi kabilelerinden olmamasını içlerine sindiremeyen Mekke’nin köklü kabileleri bu duruma örnektir. Sosyal tabakalaşma, maddi menfaatler vs. örnekler ile bu urumlar çoğaltılabilir. Nihayetinde hiçbir örnek aslında Allah’ın dinine inanmak istememeyi, meşru veya haklı kılmayacaktır. Çünkü ortada idrakı net olan bir izah çeşidi ile tebliğ edilmiş bir din vardır. Bunu da şurdan anlayabiliriz ki Allah Müslümanlığı Mekke’nin Muhammedül Emini ile tebliğ etmek istemiştir. Yani bu tebliğe hazırlık, haşa gökten inme değil, bir hazırlık aşaması ile sağlanmıştır. Bu dinin peygamberi, doğumundan hayatının bütün safhalarına kadar gözlenmiş, düzenlenmiş ve aklınıza gelebilecek en mükemmel insandan bile daha bir mükemmeliyetle insanlara tebliğ için vazifelendirilmiştir. Buna rağmen kendi öz ailesinden bile ciddi muhalefetler görmüştür. Öncesi sorulduğunda “Evet, o asla yalan söylemez” diyenler, inanç konusuna gelince “Ama biz putlarımızdan ve geleneklerimizden vazgeçmeyiz.” demişlerdir. Bunu dedikten sonra da kendi inançları dışındaki bütün inançlara, bir saldırı mekanizması oluşturmuşlardır. Durumun vehametini anlamak için sadece düşünebilmek yeterli gelecektir: Bir şeye inanmayanların, inandıkları inanca saygı gösterilmesini istemeleri gayet doğaldır. Burada normal olmayan ise kendi inançlarına, saygı bekleyenlerin başka inançlara gösterdikleri saldırganlık ise tamamen inançlarına olan güven eksikliğinden kaynaklamaktadır. Eğer ki öyle olmasaydı, bütün inançlar son Peygamberin dini kadar sağlam temellere dayanılsaydı, insanlar inançlarına saygı gösterilmesi konusunda daha hoşgörülü olabilirlerdi. Sağlam temellere dayanan ve mutlak inancın bir yaşanmışlığını Fil vakasında görmek mümkündür.

''Kabeyi yıkmaya gelen Ebrehe tarafından, Develeri zapt edilen Abdulmuttalip, Ebreheden develerini isteyince Ebrehe, yazıklar olsun! Ben de Kabeyi savunacaksın sanmıştım.” der. Abdulmuttalip, bunun üzerine “Kabenin sahibi var. O, Kabeyi korur.” demiştir. Nitekim de Kabe Ebabil kuşları ile korunur. İnanç mutlak şekilde kendini korumaya devam eder.

Abdulmuttalip ebabil kuşlarının geleceğini elbette bilmiyordu. Fakat bir şey kesindi; inandığı inanca olan mutlak güveni. Kesinlikle Allah vardı. Kâbe onun dünyada kutsal kıldığı bir mekandı ve hala kutsal kalmasını istiyorsa, onu muhakkak koruyacaktı. Öyle ki öyle de oldu. Peki putların sahipleri, Muhammed (AS.) ‘in Müslümanlık dinini tebliğinden sonra “Neden bırakın anlatsın, zaten kimse inanmaz ona, bizim putlarımız kendilerini korur.” dememişlerdir. Çünkü onlarda putların taş olduğunu biliyorlardı. Bütün mesele, istedikleri gibi yaşamalarına kaynaklık edecek bir inanç sistemiydi. Aslında o döneme insanların inançları ve bütün unsurları nefislerine göre tasarladıkları bir dönem olarak da bakılabilir. Gerçekte elbette öyle olmuştur. Konuyu biraz geniş bir pencereden gösterdikten sonra yazıyı, günümüzün inanç sistemine Türkiye’mden dünyaya sığ bir bakış ile bakıp birkaç cümle ile bitirmek istiyorum: Günümüzde inanç bilinen fakat işleyişte bireylerin, toplumların, devletlerin kendilerine göre dizayn ettiği bir yemek çeşidi gibi algılanmaktadır. Dünyanın çok büyük çoğunluğunda, ortak bir görüş hâkimdir. Oda şu ki: Allah vardır. Ama malumunuz ki haşa bu varlık Kuru fasulyenin var olduğu gibi algılanıyorsa, böyle bir durumda inançsızlık veya inanana saygısızlık meşru bir hal bile alabilir. Putların dönemine, insanların nefisleri için tasarladıkları bir dünya olarak bakalım dedik. Günümüzde ise inanç, mutlak şekilde var olma özelliğini korumuş ve artırmıştır. Ama yaşanış bakımından en basit bir inançsız tavrı bile değiştiremeyecek kadar kötü bir hale getirilmiştir.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?