İNSAN NE İÇİN YAŞAR?

19-12-2014

İnsan, ne başlangıcına ne de bitişine müdahale edilemeyen bir ömür ile var olur. Klasik tabir ile bildiğiniz gibi insan doğar, büyür, yaşlanır ve asıl olması gerektiği yere göçer gider. Yani ölür. Tabi klasik bir tabir ile yazdığım için doğar, büyür ve yaşlanır dedim.

Yoksa malumunuzdur ki insan doğar ve ölür. Bu doğum ve ölüm arasındaki zaman diliminde; insan hayatına hakim olan, insanın yaşadığı, başından geçen olayların ve hikayelerin bütününe ise yaşam adı verilir. İnsan bu hikâyesinin içinde, yaşanılan bütün her şeyin başrol oyuncusudur.

İstisnai durumlar hariç; akıl sağlığı, ruhsal bunalımlar, günün şartlarından kaynaklı ciddi sosyal kargaşalar gibi istisnalardan bahsediyorum. Geriye kalan bütün hallerin sorumlusu, insanının kendisidir. Yani “insan, ama bu yüzden oldu. Ama böyle olmasaydı; böyle olurdu. Yok aslında ben yapmadım, beni zorladılar” gibi unu ipe serme bahanelerle, yaşam mevzusundaki sorumluktan kurtulamaz ve yaşam hikâyesinin içindeki hesaptan sıyrılamaz.

Bu hayat hikâyesinin içinde, var olan olayların yaşandığı mekan ve ilgili insanların da muhatabı, yine insanın kendisidir. Bir insan batağın içinde doğdu diye orda yaşamaya mahkum olmak zorunda değildir.

Bir insan kötü bir toplumun içinde, barınma mecburiyeti hissetmek zorunda değildir. Bunun içindir ki gerekli hallerde hicret, doğal ve hoş karşılanır. Yani belli bir süre zarfında, şartların iyileşmesi ve ortamın müspet bir hal alması için uzaklaşmak gerekiyorsa, bu yapılmalıdır. Bununla beraber bu hicret, arkadaki kötü halden habersiz kalma, duyarsızlaşma ve vurdumduymaz özelliklerinden uzak olmalıdır. Yani insan kaçmaktan çok, uygun şartların var olmasını ummalıdır.

Uygun diye tabir ettiğimiz şartların kriterleri ise elbette “insan niçin yaşar” sorusunun cevabıdır. Bu nedenle insanların hayatlarındaki şartlar ve gidişat, elbette kişiden bağımsız değil. Bir insan niçin yaşıyorsa, ona göre vaziyetlerle o yaşam alanına uygun ortam sağlamaya çalışır. Nitekim bu vaziyet insandaki fiziki özelliklerden, fıtri özelliklere kadar bütünüyle olmak istenilen yöne doğru bir eğilim gösterir. Basit örneklerle çoğaltmadan bir genelleme yapacak olursam, herhangi bir dünyevi şeye adanmış bir ömrün benzeyeceği şey uğruna, yaşadığı o unsur olur. 

Ne yazık insan benzediği şey gibi ölür. Daha sonrasında benimsediği o şey ile hesaba çekilir. Mükafat ve ceza, niçin yaşadığı oranında belli olur. Bu hal, yaratılışın doğasında var olan mükemmel bir denge olarak tanımlanabilir. Özetle özgür bir irade, anlaşılmazı anlaşılır kılabilecek bir akıl, bunlar ile beraber mükemmel donanım diye tabir edilebilecek duygu ve düşünce döngüsü, insana dünyevi hayatta sıkıntıları aşması, doğru olanı anlaması ve doğru olana ulaşabilmesi için verilmiştir.

Nitekim mükemmel döngünün var edeni Allah akıl vermediğinden, kulluk talep etmemiştir. Mükemmel döngü diye tabir edilebilecek hayat hikayesinde, Allah kelamı olan Kuran-ı Kerimin Bakara Süresinde ''biz insanoğluna kaldırmayacağı yük yüklemeyiz'' diye açık bir şekilde belirtilmiştir.

Hayat hikâyesinin nimetlerinden, bütün ihtiyaçlarına kadarki düzeni Allah sağlar. Yağmur yağdırır, ekinler büyür. Kar yağdırır, ekine yorgan yapar ve daha bir sürü mükemmeliklerle insanı kontrol altına alır.

Yani düzen, Allah tarafından sağlanır. Bunun karşılığında “niçin yaşıyorsun ey İnsanoğlu” diye sorulduğunda, tereddütsüz kulluk için demesinden başka hiçbir şey gözetilmez.

Allah'ın hâkimiyeti ve insanın inandığı şekilde edinebildiği huzuru ile ilgili aklıma gelen küçük bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Zamanın padişahı, âlim bir insanı pazar ağası tayin eder. Görevi alan âlim, hemen pazara bir fırına girer hamurların yapılıp tartıldığı yere geçer ve kontrol eder ki hamurların hepsi gramajından noksan. Fırıncıya sorar “Halinden memnun musun?” Fırıncı olumsuz cevap verir. Oradan ayrılıp başka bir fırına geçer. Yine aynı tezgâhın yanına gider, tartıları kontrol eder ve bakar ki her hamur olması gerekenden fazla. Yine fırıncıya sorar “Halinden memnun musun?” Fırıncıdan, olumlu cevap alır. Koşarak padişahın yanına gider, görevi bırakacağını söyler. Padişah “ne çabuk? Daha sabah başladın öğle bırakıyorsun” diye sitem eder.

Âlim zat şöyle cevap verir. “Efendim çarşıda öyle bir AĞA var ki, ne fazla ne noksan. Her şey, olması gerektiği gibi” der. Huzurdan ayrılır.

Yani Allah (c.c.) öyle bir düzen yaratmış ki, bütünün parçaları gibi herkesin bir görevi var. Bu görevlere riayet edip amaç olarak Allah’a varmayı hedef edinenler, huzuru elbette bulacaktır. Yani bütün yaşanmışlığın özünde, Allah olmalıdır. O yoksa hedefte, o iş yapılmamalıdır. Onun için konuşulmuyorsa, konuşulmamalıdır. Onun için bakılmıyorsa, bakılmamalıdır. Ve hatta amaç; ona kulluk değilse, yaşamak kula sadece eziyet olmalıdır.

Yaşamın nasıl olması gerektiği; dünyalık zevk ve maldan terk ile ilgili Hazreti Pir Şöyle Der. ‘’Mal mülk mevzusunda esas önemli olan, çalışıp kazanan bir insanın, kazandığı şeylerin kalbinde yer etmemesidir.” Hazreti Üstad, dünyayı kalbe koymamanın ölçüsünü mealen şu şekilde verir. “Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ne de kaybettiği şeye mahzun olur.”

Evet o dünyalık bir şey kazandığı zaman, Allah'a hamd eder ve kazandığı o şeyin hakkını nasıl vereceğini, onun şükrünü nasıl eda edebileceğini düşünür.

Kaybettiği zaman da yine Allah'a tevekkül eder ve “Rabbime hamd olsun ki, dünyalık bu yükü benden aldı götürdü. Çok şükür ki, bu vesileyle o yükün altından sıyrıldık” der. İşte sevgili dostlar, dünyaya tertemiz bir bakış ile Allah'a ancak bu şekilde varılabilir.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?